Sitenin solunda giydirme reklamı denemesidir
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Alper BAŞOĞLU
Köşe Yazarı
Alper BAŞOĞLU
 

SEDA ÜNSAR 'DÜŞÜŞ' ROMANI İNCELEMESİ

Bundan yaklaşık on sene evvel bir görüşme için yeni moda iş merkezlerinden birine ziyarette bulundum. İçeriye girdiğiniz andan itibaren insana başka dünyanın kapılarını aralayan bina, girişinde, eski Türk mimarisinin hayat kelimesiyle anlattığı geniş bir alana sahipti. Açılışı sırasında basında geniş yankı uyandıran ve son teknolojiye göre inşa edildiği söylenen işyeri arı kovanı görünümündeydi. Ancak bu kovandaki arılar türlerine özgü sesler çıkartmıyordu. Duyabildikleriniz; ayakkabı topuklarından gelen tıkırtılar, asansör kapılarından çıkan tıslamalar ve metal detektöründen çıkan yıplamalardı… Parlak zemin üzerinde, insanlara çarpmamaya çalışarak kabul bürosuna yöneldim. Keza aralarından zorlukla geçtiğim ofis çalışanları, anlam veremediğim surat ifadeleri ile yürümek dışında en az bir iki iş daha yapıyordu. Bankonun arkasında zarif bir bayan gülümseyen suratıyla beni karşıladı ve ne amaçla ziyarette bulunduğumu, kimi görmek istediğimi sordu. Büyük plazada yüzlerce insan olmalıydı ve giriş çıkışlar bir düzene bağlanmalıydı tabi... Derdimi anlattım, beni yönlendirdi. Asansöre bindiğimde aklımda karşılamadaki bayanın surat ifadesi vardı; ağzı gülüyordu ama bakışları, bu iş ziyaretinde dev binada karşılaştığım diğer bütün insanlar gibi karşısındakini delip geçiyor, derinlere dalıyordu. Gideceğim katın düğmesine bastığım anda demir kutu büyük bir kuvvetle hareket etti. 33. kata çıkıyordum ancak içeme bir düşme korkusu yerleşmişti. İşte yıllar sonra Seda Ünsar’ ın romanını okuduğumda o gün plazada hissettiklerimi tekrar yaşayacak, evin herhangi bir bölümü için hayat kelimesinin neden kullanılmaktan vazgeçildiğini daha iyi anlayacaktım. Son yüz yılda fiziksel yaşam alanlarımızdan hayat kelimesini çıkartmamız gibi Seda Ünsar’ da karakterlerinin dış görünüşlerini anlatımından dışlamış durumda. Gerçekten biz hikaye boyunca Ali ve S’ nin arasında geçen konuşmalardan yetiştikleri kültüre ve duygu durumlarına dair oldukça derin izlenimler ediniyor buna karşılık fiziksel görünümleri üzerine çok az bilgi sahibi oluyoruz. Esasında bu durum Lajos Egri (The Art of Dramatic Writing, 1946) başta olmak üzere edebiyat eleştirmenleri arasında zayıflık olarak kabul edilir. Bu görüşe göre iyi bir kurmaca karakteri, gerçek insanda olan; boy, kilo, cinsiyet gibi tüm fiziksel özellikleri taşır. Ancak Homo Fictus Homo Sapiens’ ten farklı olarak her şeyin en fazlasıdır; ya çok güzeldir ya da çok çirkin (Güzel ve Çirkin), yüzünde belirgin izler taşır (Scarface), boyu çok uzun veya çok kısa olur (Redkit; Joe ve Dalton. Dikkat edin ortanca karakterleri hatırlamıyoruz.) Neticede kimse vasat birinin hikayesini dinlemek istemez. Ancak her kural gibi bu da istisnalar taşır. İlk olarak Egri ve fikri şürekası dramatik yapıları anlatır. Daha önce literary voice isimli youtube kanalında Düşüş Romanı’ na ait hazırladığım videoda anlattığım gibi Seda Ünsar’ ın dramatik yazıyı hedef aldığını düşünmüyorum. Bu konuya daha önce değindiğim için konuyu burada es geçeceğim. İkinci ayrılık ise boyutlardan birini ihmal etmenin romanın yapısı açısından işlevsel olduğu durumlardır. Burada bir özellik eksik bırakılarak bir anlatım şekli hedeflenir veya okuyucuya bir mesaj verilir. İsterseniz şekilden mesaja gidelim…   Seda Ünsar’ ın Düşüş Romanı, iki yakın arkadaş olan Ali ve S’ nin; iki kıta, iki kültür ve karakterlerindeki iki boyut arasına sıkışıp kalmışlıklarını, anlattığı iki ayrı hikayeyle dile getiriyor. İsim koymak istersek düalist bir üslup… Örnek vermek gerekirse Dickens’ ın ünlü romanı İki Şehrin Hikayesi’ ndeki; iki ayrı şehir, iki rejim, iki farklı hayata benzer şekilde veya Dickens’ ın edebi olarak dönemseli kabul edilen Bronte’ nin, Uğultulu Tepeler de; iki kuşak, iki eski malikane, aşk ve öfke gibi iki ayrı duyguyu kullanması gibi… Dolayısıyla kurmacaya bu pencereden bakarsak kişilerin fiziksel yanlarının ihmal edilmesi, yani iki boyutlu olmaları anlaşılır gözüküyor. Ancak burada unutulmaması gereken üslubun temaya hizmet ettiği… Yoksa yazar düalizmi kullanmak için karakterizasyon yapmıyor, kahramanları üzerinden anlatım şeklini kullanarak söylemek istedikleri var. Roman boyunca bir düşünce bulutu olarak arayış yolculuğuna çıkan Ali ve S toplumun elit kesiminden. Entelektüel düzeyleri çok yüksek… Bunu aralarında geçen konuşmalarda görebiliyoruz. Ali’ nin geçmişinde ilgi çekici bir kayıp hikayesi var. Yani kahramanlarımız yukarıda bahsettiğim ‘’Homo Fictus her şeyin en fazlasıdır’’ kuralını bir eksikle karşılıyor; fiziksel bir görünüşleri veya ihtiyaçları yok. Dünyasal zevkleri yok ve enteresan şekilde aseksüeller. Bedensel haz duyguları yok gibi... Sanki etten kemikten yapılmamışlar. Burada yazar bize ‘’Asıl çatışmalarımız içinden geldiğimiz toplumla kişisel isteklerimiz arasında olandır, bedensel olan geçicidir.’’ mesajını veriyor. Kitabı okuyup bitirdikten sonra Ali ve S hakkında düşündüm. Acaba Düşüş Romanı’ nda yaşadıkları maceradan önce nasıl insanlardı diye. Gözümü kapattığım anda karanlığın içinde seneler evvel yaptığım plaza ziyareti ve çalışanların bakışları belirdi. Göz teması kurmak Batı’da dürüstlük, bakışlarını kaçırmak ise Doğu’da alçak gönüllülük anlamına gelir. Parıldayan ışıkların altında çalışan beyaz yakalılar ise karşısındaki ile temas etmek için üçüncü bir yol bulmuşlardı. Çünkü eğitimleri Batılı içinden geldikleri toplum ise Doğu’ lu motifler taşıyordu. Cem Yılmaz’ ın bir skecinde anlattığı gibi yurt dışında, ruhları garsona, donat bu sofrayı, demek isterken dil buna müsaade etmiyordu. Cemiyet yaşantısının en üst basamağında çıktıklarını zannederken ruhları düşüyordu. İşte Seda Ünsar’ ın Düşüş Roman’ ı Doğu ile Batı arasına sıkışmış modern Türk insanının hikayesi…     
Ekleme Tarihi: 18 Mart 2023 - Cumartesi

SEDA ÜNSAR 'DÜŞÜŞ' ROMANI İNCELEMESİ

Bundan yaklaşık on sene evvel bir görüşme için yeni moda iş merkezlerinden birine ziyarette bulundum. İçeriye girdiğiniz andan itibaren insana başka dünyanın kapılarını aralayan bina, girişinde, eski Türk mimarisinin hayat kelimesiyle anlattığı geniş bir alana sahipti. Açılışı sırasında basında geniş yankı uyandıran ve son teknolojiye göre inşa edildiği söylenen işyeri arı kovanı görünümündeydi. Ancak bu kovandaki arılar türlerine özgü sesler çıkartmıyordu. Duyabildikleriniz; ayakkabı topuklarından gelen tıkırtılar, asansör kapılarından çıkan tıslamalar ve metal detektöründen çıkan yıplamalardı…

Parlak zemin üzerinde, insanlara çarpmamaya çalışarak kabul bürosuna yöneldim. Keza aralarından zorlukla geçtiğim ofis çalışanları, anlam veremediğim surat ifadeleri ile yürümek dışında en az bir iki iş daha yapıyordu. Bankonun arkasında zarif bir bayan gülümseyen suratıyla beni karşıladı ve ne amaçla ziyarette bulunduğumu, kimi görmek istediğimi sordu. Büyük plazada yüzlerce insan olmalıydı ve giriş çıkışlar bir düzene bağlanmalıydı tabi... Derdimi anlattım, beni yönlendirdi.

Asansöre bindiğimde aklımda karşılamadaki bayanın surat ifadesi vardı; ağzı gülüyordu ama bakışları, bu iş ziyaretinde dev binada karşılaştığım diğer bütün insanlar gibi karşısındakini delip geçiyor, derinlere dalıyordu. Gideceğim katın düğmesine bastığım anda demir kutu büyük bir kuvvetle hareket etti. 33. kata çıkıyordum ancak içeme bir düşme korkusu yerleşmişti. İşte yıllar sonra Seda Ünsar’ ın romanını okuduğumda o gün plazada hissettiklerimi tekrar yaşayacak, evin herhangi bir bölümü için hayat kelimesinin neden kullanılmaktan vazgeçildiğini daha iyi anlayacaktım.

Son yüz yılda fiziksel yaşam alanlarımızdan hayat kelimesini çıkartmamız gibi Seda Ünsar’ da karakterlerinin dış görünüşlerini anlatımından dışlamış durumda. Gerçekten biz hikaye boyunca Ali ve S’ nin arasında geçen konuşmalardan yetiştikleri kültüre ve duygu durumlarına dair oldukça derin izlenimler ediniyor buna karşılık fiziksel görünümleri üzerine çok az bilgi sahibi oluyoruz. Esasında bu durum Lajos Egri (The Art of Dramatic Writing, 1946) başta olmak üzere edebiyat eleştirmenleri arasında zayıflık olarak kabul edilir. Bu görüşe göre iyi bir kurmaca karakteri, gerçek insanda olan; boy, kilo, cinsiyet gibi tüm fiziksel özellikleri taşır. Ancak Homo Fictus Homo Sapiens’ ten farklı olarak her şeyin en fazlasıdır; ya çok güzeldir ya da çok çirkin (Güzel ve Çirkin), yüzünde belirgin izler taşır (Scarface), boyu çok uzun veya çok kısa olur (Redkit; Joe ve Dalton. Dikkat edin ortanca karakterleri hatırlamıyoruz.) Neticede kimse vasat birinin hikayesini dinlemek istemez.

Ancak her kural gibi bu da istisnalar taşır. İlk olarak Egri ve fikri şürekası dramatik yapıları anlatır. Daha önce literary voice isimli youtube kanalında Düşüş Romanı’ na ait hazırladığım videoda anlattığım gibi Seda Ünsar’ ın dramatik yazıyı hedef aldığını düşünmüyorum. Bu konuya daha önce değindiğim için konuyu burada es geçeceğim. İkinci ayrılık ise boyutlardan birini ihmal etmenin romanın yapısı açısından işlevsel olduğu durumlardır. Burada bir özellik eksik bırakılarak bir anlatım şekli hedeflenir veya okuyucuya bir mesaj verilir. İsterseniz şekilden mesaja gidelim…

 

Seda Ünsar’ ın Düşüş Romanı, iki yakın arkadaş olan Ali ve S’ nin; iki kıta, iki kültür ve karakterlerindeki iki boyut arasına sıkışıp kalmışlıklarını, anlattığı iki ayrı hikayeyle dile getiriyor. İsim koymak istersek düalist bir üslup… Örnek vermek gerekirse Dickens’ ın ünlü romanı İki Şehrin Hikayesi’ ndeki; iki ayrı şehir, iki rejim, iki farklı hayata benzer şekilde veya Dickens’ ın edebi olarak dönemseli kabul edilen Bronte’ nin, Uğultulu Tepeler de; iki kuşak, iki eski malikane, aşk ve öfke gibi iki ayrı duyguyu kullanması gibi… Dolayısıyla kurmacaya bu pencereden bakarsak kişilerin fiziksel yanlarının ihmal edilmesi, yani iki boyutlu olmaları anlaşılır gözüküyor. Ancak burada unutulmaması gereken üslubun temaya hizmet ettiği… Yoksa yazar düalizmi kullanmak için karakterizasyon yapmıyor, kahramanları üzerinden anlatım şeklini kullanarak söylemek istedikleri var.

Roman boyunca bir düşünce bulutu olarak arayış yolculuğuna çıkan Ali ve S toplumun elit kesiminden. Entelektüel düzeyleri çok yüksek… Bunu aralarında geçen konuşmalarda görebiliyoruz. Ali’ nin geçmişinde ilgi çekici bir kayıp hikayesi var. Yani kahramanlarımız yukarıda bahsettiğim ‘’Homo Fictus her şeyin en fazlasıdır’’ kuralını bir eksikle karşılıyor; fiziksel bir görünüşleri veya ihtiyaçları yok. Dünyasal zevkleri yok ve enteresan şekilde aseksüeller. Bedensel haz duyguları yok gibi... Sanki etten kemikten yapılmamışlar. Burada yazar bize ‘’Asıl çatışmalarımız içinden geldiğimiz toplumla kişisel isteklerimiz arasında olandır, bedensel olan geçicidir.’’ mesajını veriyor.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra Ali ve S hakkında düşündüm. Acaba Düşüş Romanı’ nda yaşadıkları maceradan önce nasıl insanlardı diye. Gözümü kapattığım anda karanlığın içinde seneler evvel yaptığım plaza ziyareti ve çalışanların bakışları belirdi. Göz teması kurmak Batı’da dürüstlük, bakışlarını kaçırmak ise Doğu’da alçak gönüllülük anlamına gelir. Parıldayan ışıkların altında çalışan beyaz yakalılar ise karşısındaki ile temas etmek için üçüncü bir yol bulmuşlardı. Çünkü eğitimleri Batılı içinden geldikleri toplum ise Doğu’ lu motifler taşıyordu. Cem Yılmaz’ ın bir skecinde anlattığı gibi yurt dışında, ruhları garsona, donat bu sofrayı, demek isterken dil buna müsaade etmiyordu. Cemiyet yaşantısının en üst basamağında çıktıklarını zannederken ruhları düşüyordu. İşte Seda Ünsar’ ın Düşüş Roman’ ı Doğu ile Batı arasına sıkışmış modern Türk insanının hikayesi…   

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve duzcemeydan.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.